20'li yaşlardaki Amerikalı Jesse (Ethan Hawke), uzun bir Avrupa yolculuğunun son durağında, bir Eurail treninde, Fransız öğrenci Celine (Julie Delpy) ile tanışır ve sohbete koyulur. Tren Viyana'da durduğunda Jesse, Celine'e Paris'e devam etmek yerine onunla birlikte trenden inmesi, ertesi günkü uçağının kalkış saatine kadar ona arkadaşlık etmesi teklifinde bulunur, Celine de kabul eder. Birlikte Viyana sokaklarında hayatları boyunca unutamayacaları bir gece geçirirler.
1995 yılında çekilmiş filmin büyük kısmı, Celine ve Jesse arasındaki -bir kısmı doğaçlama havası veren- konuşmalarla geçiyor. Filmin yazar ve yönetmeni Tape, Dazed and Confused ve Waking Life gibi filmlerin yönetmeni Richard Linklater olunca, iki karakter arasında geçen güçlü diyalogların doğallığı ve gerçekçiliğine şaşmamak lazım. İkili politikadan, tarihten, aşktan ve cinsellikten bahsede bahsede sokakları arşınlarken birbirlerine aşık oluyorlar, biz de hem gezindikleri şehre, hem de tüm kusurlarına rağmen onlara aşık oluyoruz.
Yaşamın sunduğu sonsuz, fevkalade, olağandışı, şaşırtıcı olasıklara dair bir film belki de Before Sunrise. Eğer seyretmediyseniz ve uzaktan gözünüze çok romantik ve toz pembe göründüğü için ilginizi çekmiyorsa, bilmelisiniz ki aslında öyle bir film değil. Romantik belki, ama toz pembe hiç değil. In the Mood For Love, Once ve Lost in Translation'ı sevdiyseniz, bu filmi de sevmeniz yüksek ihtimal. Alıştığımız "Hollywood sonları"ndan birine de rastlamıyoruz filmde, örneğin gece ilerlerken ve Jesse ile Celine birbirinden gitgide daha çok hoşlanırken, gerisini hiç düşünmeden birlikte bir gece geçirmeyi, bir daha da birbirlerini hiç görmemeyi kararlaştırıyorlar önce, ayrılmaya yakınsa altı ay sonra aynı noktada buluşmaya. Ama bu sürede birbirlerini üzmeye, özlemeye, kıskanmaya gönülsüz oldukları, kısacası tipik bir uzak mesafe ilişkisinin sıkıntılarını yaşamak istemedikleri için, birbirlerine adres ya da telefon numarası vermiyor, soyadlarını bile açık etmiyorlar. Sadece altı ay sonraki bir tarih ve buluşma noktası. Buluşup buluşmadıkları, buluştularsa da zamanla herkes gibi olup olmadıklarının kararı tamamen bize kalmış. (Before Sunset'te yani bir sonraki filmde öğreniyoruz tabii ne olduğunu. Ama bu üçlemeyi izlemediyseniz ve izlemeyi planlıyorsanız, yazının sonraki filmlerle ilgili olan kalan kısmını okumanızı tavsiye etmem.)
İlk filmden tam dokuz yıl sonra çekilmiş devam filmi Before Sunset'te Jesse ve Celine bu sefer Paris'teler ve Jesse'nin uçağının kalkış saatine dek birikte geçirecek sadece bir-iki saatleri var. Bu dokuz yılı ayrı geçirmişler -ilk buluşmalarından altı ay sonraya planladıkları randevuya sadece Jesse gelmiş, fakat büyükannesini kaybeden Celine, tam da o güne denk gelen cenaze nedeniyle gelememiş. Geçen yıllar ikisini de büyütmüş, derinleştirmiş. Jesse evlenmiş ve çocuk yapmış, üstelik Viyana'daki o geceyi anlatan bir de kitap yazıp yazar olmuş. Sırf Celine'le tekrar karşılaşabilmek için yazmış o kitabı belki de. Nitekim Before Sunset'in geçtiği gün, Jesse'nin kitabı için Paris'te bir okuma seansı/imza günü düzenlediği gün. Celine de o şekilde buluyor onu zaten ve yine bol bol sokakları arşınlayıp bol bol sohbet ediyorlar.
Before Sunset halefinden ve selefinden farklı olarak gerçek zamanlı ilerliyor. Diğer iki film de birer gün (hatta yarım gün) gibi kısa sürelerde geçiyor ve yine diyaloglarca taşınıyorlar, ama Before Sunset 80 dakikalık süresi boyunca Jesse ile Celine'in hayatlarının sadece 80 dakikasını anlatıyor. Bu konsept çok basit ama çok da etkili; sanki ezberledikleri replikleri sunan iki oyuncuyu izlemiyor da yoldan geçen iki insanın konuşmalarına kulak misafiri oluyor gibiyiz. Çevreden, hayaletlerden, şarkı yazarlığından, savaşlardan, tanrıdan ve tabii ki aşktan, korkularından, pişmanlıklarından bahsediyorlar. Kısa sürede Jesse ve Celine'in hiçbir şey ama her şeyle ilgili sohbetlerinin bir parçası oluyor, onlarla birlikte Paris sokaklarında geziniyor, bir kafede oturuyor, Sen Nehri'nde bir tekneye biniyoruz.
Senaryonun yazımında Linklater'a katılan Julie Delpy ve Ethan Hawke'ın performansları çok başarılı ve doğal. Üçlemelerin ikinci sırasındaki filmler/kitaplar genelde en zayıf halka olurlar, ama her nedense Before Sunset, bu üçlemede benim favorim. Sırf filmin sonlarında Celine'in Jesse'ye yazdığı bir şarkıyı çalıp söylediği sahne için bile olabilir. Ya da sinema tarihindeki en güzel "son söz"lerden birine sahip olduğu için.
Before Midnight, Before Sunrise'tan on sekiz, Before Sunset'tense tam dokuz yıl sonrasını anlatıyor. Artık 40'larının başlarında olan Jesse ve Celine bu sefer Yunanistan'da, Messinia'da, ailecek tatil yapmaktalar. Ailecek, çünkü onlar artık Paris'te birlikte yaşayan çoluklu çocuklu bir aile. Bir önceki filmin bittiği yerde Jesse Celine'ı bırakıp uçağına binip gidememiş, onunla kalmış ve o noktadan sonra da aşk hikayeleri hiç duraklamadan devam etmiş. Bundan sekiz sene önce Celine yanlışlıkla hamile kalıp doğurunca da, ikiz kızları olmuş. Doğal olarak bu filmin ve çiftin diyaloglarının havası, öncekilerden çok farklı.
Film, Jesse'nin ilk karısından olan oğlunu havaalanında ABD'ye yolcu etmesiyle başlıyor. Çocuğunu geçirdikten sonra onu bekleyen arabaya, Celine'in yanına dönüyor ve arkada ikiz kızları mışıl mışıl uyurken, kaldıkları eve dönüş yolunda sohbete girişiyorlar, ki 13 dakikalık tek plan çekim bu. Yanlarında misafir oldukları yazar dostlarının evine döndüklerinde, dağılıp farklı insanlarla takılıyor, yemek içinse tekrar biraraya geliyorlar. İlk iki filmdekinden farklı olarak sadece Jesse ve Celine'i değil, uzunca bir yemek sahnesinde üç farklı kuşaktan dostlarını da görüyor, daha kalabalık bir sohbete kulak misafiri oluyoruz. Yemekten sonraysa çocukları arkadaşlarına bırakıp, Yunanistan'daki son gecelerini geçirecekleri (arkadaşlarının hediyesi) otele doğru yürümeye koyuluyorlar.
Hayatın sunduğu imkanların biz yaşlandıkça azalmasıyla hayallerin gitgide artan sorumluluklar tarafından ezilmeye başlanması, anne baba olmak, Jesse'nin cazgır eski karısıyla uğraşmak, iş güç derken, Jesse ve Celine'in hayatı neredeyse tipik bir karı-kocanınkine (evli olmasalar da) dönüşmüş, hayatın soğuk gerçeklerinin hücum etmesiyle birlikte birbirlerine olan düşkünlükleri de biraz biçim değiştirmiş. Aslında filmin başları, birlikte yemek yemeleri, yürümeleri, bu yürüyüşleri sırasında oradan buradan sohbet etmeleri, deniz kenarında oturmaları ve otel odasında oynaşmaya başlamaları, ilk filmlerdeki Jesse ve Celine'i hatırlatmıyor değil. Ama işler bir anda değişiyor, Jesse ortaya yarım ağız oğluna yakın olabilmek için ABD'ye taşınma teklifini atınca Celine öfkeden deliye dönüyor ve eski defterler açılıyor, birbirlerine dair sinir bozucu buldukları her şeyi kusmaya başlıyorlar. Uzuuun kavgaları ve bu kavgada verdikleri tepkiler bile o kadar gerçekçi ki, insanın tüyleri ürperiyor izlerken.
Filmin senaryosu, Before Sunset'te olduğu gibi Linklater, Hawke ve Delpy ortaklığının ürünü. Oyunculuklar, özellikle Julie Delpy'ninki, üçlemenin son filminde tavan yapıyor. İşin ilginç tarafı, çoğu doğallığından ve uzunluğundan dolayı doğaçlama hissi veren diyalogların, aslında oyuncular tarafından kelime kelime ezberlenmiş olması. Plan sekanslara bayılan Linklater doğaçlamayı hiç sevmezmiş, yani o kurmacayı gerçek gibi göstermek için bu kadar uğraşırken bizim "Aa ne kadar doğallar, sanki hiç çaba harcamadan kendilerini oynuyor gibiler" dediğimiz Delpy ve Hawke aslında çok ciddi emek vermişler rollerine demek bu, özellikle ön çalışma ve prova kısımlarında.
Before Midnight, tıpkı diğer Before'lar gibi, fevkalade güzel bir film. Daha pek çok şeyle birlikte, aşkı canlı tutmanın, onu bulmaktan daha zor olduğunu gösteriyor bize aslında üçlemenin bu son halkası. Jesse ve Celine, ne olursa olsun, deniyorlar. Dokuz yıl sonra onlarla tekrar karşılaşıp, ne kadar başarılı olduklarını görmek dileğiyle. Before Dawn olur, Before Noon olur, Twilight bile olur :) Jesse ve Celine'le birlikte yaşlanmaya (ve büyümeye) devam etmek istiyorum.
No comments:
Post a Comment